22 Nisan 2024 Pazartesi

Parasite

 Parasite


Yeni bir haftaya yeni bir film yorumuyla tekrardan karşınızdayım. Yorumunu yapacağımız film başlıkta da belirttiğim gibi 'Parasite' filmi. Filmin yorumlamadan önce konusunu sizlere bahsetmek isterim. Zengin bir ailenin çocuklarına İngilizce dersi vermek için giden Ki-woo, aile bireylerini de bu eve yavaş yavaş zekice hazırlanmış planlarla bu evin içine dahil eder. Evin çalışanlarının zayıf noktaları üzerine oynayarak bir karabasan misali üstlerine çökmüşlerdir. Dişli ve yaşlı Koreli aşçı teyzemiz bu aileye teslim olmaya hiç niyeti yok gibi. Tüm hikaye bu aşçı teyzemizin  pes etmeyişi ve aklını yitirmiş kocası üzerine sonuçlanıyor desem yeridir. Filmlerde izlemeyi sevdiğim şey mesajın alttan verilip onu kendi tarzımda yorumlayıp mesajı almaktır. 

Ama parasite filmimiz mesajı size direkt olduğu gibi yansıtmaktadır. Alttan bir anlam arayışına girmenize gerek yok. Parasite bu açıdan beni çok etkiledi güçlü ve akıllıca yazılan senaryosu oyuncuların duyguyu tamamen yaşaması ve yansıtması bu filmin 4 Oscar'ı kazanmasında hiç şaşırılmasa yeridir. filmdeki günümüz alt- üst ayrımı ve bu sınıfların çatışmasını çok güzel bir şekilde işlemiştir. 



her saniyesiyle hayatın farklı alanlarında derin sorgulamalara iten muhteşem film. duymayı ve anlamayı becerebilirsek birbirimize ne kadar çok şey söylüyor olduğumuzu, “öteki” olmanın aslında ne kadar ince bir çizgi olduğunu ve aslında “öteki” “beriki” olmadığını herkesin içinde herkesten bir parça olduğunu serin serin anlatan defalarca izlenesi bir yapıt. filmin başlarında fakir ailemizin bu evde ayrı işlerde görevleri olması bir zafer finalini andırıyor gibi ama final tam bir yangında dans eder gibi bir kaos hakim doğum günü partisindeki o vahşet bana hem sanatsal bir dansı hem de vahşeti yaşatan bir aslan izlenimini yaşattı. 

yönetmen filmi; "soytarısız bir komedi, kötü adamsız bir trajedi" diyerek çok da güzel özetlemiştir. filme de şu anlatıma da hayran kaldım diyebilirim.

18 Nisan 2024 Perşembe

The Lobster

 The Lobster

Günlerden film serimize bugün kısmetse olur distopyası üzerine kurulu filmimizi konuşacağız.
Bu distopyada hayatta kalmak için belirli bir süre zarfında sevgili bulmak zorundasınız. Eğer bulamazsanız sizi hayvana dönüştürüyorlar. Yorgos sembolik anlatımı çok seviyor. Sadece filmdeki o kısa süre içinde sevgili bulma olayı bile muhtemelen insanların uymak zorunda kaldığı, istemsizce itaat ettiği '' sosyal saate'' bir eleştiri. bu sosyal saati kısaca açıklamak gerekirse, belli bir yaşa kadar kariyer ve sevgili yapamazsanız kendinizi eksik hissederek depresyona giriyorsunuz. Psikolojideki en kıza ve öz tanımı böyle.

Bilinçsizce otoriteye itaat ederken farkında olmadığımız bir şey var o da her insanın farklı bir gelişime sahip olması. Sosyal saat bu noktada yanlış ve bizi hiç hak etmediğimiz bir biçimde depresyona sokuyor. Çünkü işin aslı, uymamız gereken bir saat yok. Bu sadece bir baskıyla bize kabul ettirildi. 
25 yaşındaki bir insan okulu bitirmiş olsa da hemen evliliğe veya ciddi bir ilişkiye hazır olmayabilir. Sorumluluk alacak kadar olgun hissetmeyebilir. 25 yaşında olmasına rağmen yaşından çok daha küçük hissedebilir. Ergenliğe geç girmesi, çevresi, ailesinden gördüğü ilgi ve alaka... her şey gelişim sürecini etkilerken 25 yaşındaki birine evlen diyemeyiz. 

Distopya, yalnız insanları dışlayarak başlıyor ve yalnızlıktan keyif almanın hükümete batmasını anlatıyor. Sonra karakterimiz hiç istemediği bir ilişkiye başlıyor. Bu, ailemizin memnun etmek için bir an önce evlenmeye çalışmamıza benziyor. Yalnızlıktan keyif almak son derece ayıp sanıldığından yanlış kişilerle ilişki yaşayıp kendi kimliğini kaybetmeye başlayan bir ana karakteri izlemeye başlıyoruz. 









Distopyadaki bir başka eleştiri de hep iki seçenek olması. 
Mesela maskülen misin feminen misin sorulduğundan ikisine de ait hissetmemek diye bir seçenek çoğu zaman bizlere sunulmuyor. Tanrıya inanıyor musun diye sorulduğunda sana evet veya hayır seçeneği sunuyorlar. 

Filmde başrol adamımıza yönelimi soruluyor, gay misin hetero mu, diyorlar. biseksüel diye bir seçenek yok. Eğer biseksüel derse her iki seçeneği de seçmiş olacak. Toplumun buna tahammülü yok çünkü ikisini de seçmek kafalarını karıştırıyor. Bir süre sonra işler iyice kızışıyor. 

Yorgos'un Köpekdişi filminde de karakterler çok duygusuzdu bu filminde de aynı duygusuzluğu gördüm. hepsi kağıttan replik okuyor gibi hissettiriyorlar. Çaresizlik, mutluluk, şaşkınlık, üzüntü... 
Distopya olsa dahi hissedilmesi gereken en kolay en basit duyguları bize geçiremiyor. Yorgos'un ana karakterlerinin içleri bomboş. 
Yorgos2un işlediği konu, çoğunlukla aileye ve devletlere isyan.

Mesela bir ana karakterin isyan ederken meşaleyi kaldırmasını hayal edin. Meşaledeki ateş alev alev yanıyor ama seyircinin görmesi gereken şey, meşaleyi tutan kişinin yanan fikirleridir. Aslında karakterin meşaleyi tutma şeklinden değil, tutma sebebinden etkilenir seyirci.

Yorgos, karakterlerinin meşaleyi tutma sebebini ve yaşadıkları zorlukları değil de sadece o meşaledeki ateşin güzelliğini beyazperdeye yansıtıyor. Bunu sevmiyorum şahsen. Çok sığ karakterlere sahip. 

15 Nisan 2024 Pazartesi

Requiem For A Dream



 Requiem For A Dream

Merhaba sevgili okurum. Umarım iyi bir hafta geçiriyorsundur çünkü ben seninle buluşacağımız güne kadar sabırsızlıkla beklemekteydim. Günlerden film serimizde bu hafta “Requiem For A Dream” filmi ile birlikteyiz. 
Bir rüya için ağıt filmi aslında yeraltı edebiyatının kült eserlerinden Hubert Selby’in ‘Aynı’ isimli kitabından uyarlamadır.

Filmin konusundan bahsetmek gerekirse, Sara isimli isimli dul bir kadın ile onun Harry isimli çocuğunun yükselişi ile çöküşünün hikayesini anlatıyor. Sara, televizyon bağımlısı. Aynı zamanda yaşlandığını kabullenememiş bir kadın, bu yüzden sürekli gençliğini, fit halini ve insanların arzuladığı o genç kadın olmayı özlüyor. Tabii kocasını da çokça özlüyor bu yüzden ara sıra depresyonunun ne derece ciddi olduğunu da belli ediyor.
Harry ise “ büyük işler başaracağım” diyerek hap içip satıyor.  Sevgilisi Marion ve yakın arkadaşı Tyrone da onun bu salak saçma işini destekliyor. 
Tipik Amerikan ailesi işte.

Birbirinden farklı hayatlar var, Harry hap satıyor ve kullanıyor, bu sayede zengin olma yolunda güzel bir adım atıyor. Annesi ise kilo vermek için hap kullanıyor. Sahiden bolca kilo veriyor ve neredeyse gençliğindeki o mükemmel vücuda ulaşmak üzere…

Aniden bu haplar birer bağımlılığa dönüşüyor ve bağımlılık yüzünden sıradan hayatları iyileşmek yerine daha da berbat bi yola girdiğini izlemeye başlıyoruz. Benim hoşuma giden kısım, çok zararsız görünen bir şeyin  insanların bütün hayatlarını elinden almasıydı.




                    





Hırsla daha çok para kazanmanın ve daha güzel olmanın peşinden koşan karakterler, ilerledikleri o yolda arkalarına o kadar yüksek teller örüyorlar ki tekrardan geriye dönmeleri imkansız oluyor. Kendi ördükleri telleri bile geçemeyecek duruma geliyorlar. Karakterlerin geçmişteki yaşamlarını özlemeye, üzülmeye, ağlamaya vakitleri bile kalmıyor çünkü her biri hapların getirdiği o kısacık mutluluklara öylesine bağımlı olmuşlar ki hala devamını istiyorlar. 

Bir taraftan da karakterlerin iletişimsizliği dikkatimi çekti. Herkes çok iyiymiş gibi rol yapıyor ve kimse kimseden yardım istemiyor.
Tabii filmde sadece tek bir karakter yardım istiyor ancak o da her şeyin mahvolduğunu zaman yardım istiyor.

Herkesin yavaş yavaş delirdiği senaryoları seviyorum. Bir Rüya İçin Ağıt gibi finalde karanlığa gömülen, “Böyle insanlar için ışık yoktur.” Mesajı veren filmleri seviyorum. Bana gerçekçi geliyor. Bir Rüya İçin Ağıt da izlediğim en gerçekçi, en içten, en korkunç filmlerden biriydi. 
Korkutucu tarafını da gerçekliğinden almıştı. 

Hayatta yükselişin olduğu gibi düşüşün de olduğunu gösteren, hapların etkisini somut kanıtlarla anlatan sağlam bir filmdi. Çünkü kullandığımız her hap bize önce kraliçe ardından köle gibi hissettirecektir. 

Keşke uyu*turucu kullanımının ya da çeşitli bağımlılıkların çok fazla olduğu ülkelerde zorunlu yayınlansa. Hubert Selby kamu spotu gibi bir senaryo yazmış, Darren Aronofsky de bunu başarılı bir şekilde sinemaya uyarlamış.

İyi bir senaryo rahatsız edici olur. Lafı bu film ile uyuşuyor. Bunun bi tık üstü American Psycho filmidir herhalde. 

Size bir film önersem ilk beşte yer alacak filmlerden biridir izlemeyen bin pişman derim ve  kendinize iyi bakın haftaya görüşmek üzere.



 

1 Nisan 2024 Pazartesi

Bitter Moon

 Bitter Moon

Baharın gelişiyle birlikte bende bu haftanıza renk ve güzellik katmak için tekrardan karşınıza geldim. Umarım keyiflerimiz yerinde ve güzel bir bahar geçiririz diyerekten konumuza dönmek isterim. Bu gün görüşlerimi ve yorumlarımı belirteceğim film Bitter Moon ( Acı Ay). Polanski'nin yönettiği 1992 yapımlı gerilim filmi Bitter Moon ile birlikteyiz. Bitter Moon filmi aslında yeraltı edebiyatının bir dönem çok okunmuş olan Hınç Ayları kitabının uyarlamasıdır. kitabını okuyarak sonradan filmi izlemenizi tavsiye ederim.

Bitter Moon'da esintilerini gördüğümüz iki yeraltı edebiyatı yazarı var, biri Marquis de Sade. Sadeizm'e adını veren Fransız yazar Sade, birine acı vermenin ne demek olduğunu, nasıl bir zevk verdiğini romanlarında anlatıyor. 

Senaryoya ilham veren bir diğer yazar ise Leopold Von Sacher-Masoch, Sade'ın tersine mazoşizme adını veren Avusturyalı bir yazardır. Kürklü Venüs romanında bir kadının ona şikence etmesinden ne kadar haz duyduğunu anlatmıştır.  Bu da Oscar'ın başlarda Mimi'ye duyduğu kaz ile aynı.  

Yeraltı edebiyatı ayrıntısını verdim çünkü film bize yeraltı edebiyatında görmeye alıştığımız çok fazla sahne sunuyor. Yine de o kısma gelmeden önce filmin konusundan bahsedelim. 

Fiona ve Nigel evli bir çifttir ve İstanbul'a gitmek üzere bir gemiyle yola çıkmışlardır. Gemide Nigel Fransız bir kadınla karşılaşır ve kadından çok etkilenir. Nigel, yasak bir aşkın başlamaması için kendi duygularını bastırmaya çalışırken bu Fransız kadının sakat kocası Oscar ile tanışır. Oscar Nigel'e sakat olmasında en büyük rol oynayan eşiyle tüm yaşadıklarını anlatmaya başlar. 






Mimi (Fransız kadın) bir gün otobüste biletini unutuyor ve Oscar da bu genç güzel kadın için biletini feda ediyor. Oscar o günden itibaren Mimi' yi ilk kez gördüğü o otobüsün geçtiği yolları takip ediyor. Sürekli otobüsün içine bakıp Mimi' arıyor. Bir gün Mimi'ye bir restoranda rastlıyor. Bu ikili, kısa zaman içinde birbirlerine tutkuyla bağlanıyorlar. İlişkileri bir zaman sonra mazoşist bir hale bürünüyor Oscar Mimi'yi bir Tanrı gibi gördüğü için onun tarafından aşağılanmayı ve acı çekmeyi sever hale geliyor. 

Fakat hem Oscar'ın hem de Mimi'nin unuttuğu, psikologların senelerdir çözüm aradığı bir şey var. O da duyguların aniden değişebileceği gerçeği. Duygular asla aynı kalmaz. 

Oscar, bir süre sonra fark ediyor ki artık Mimi'yle birlikte olmak istemiyor. Filmin bu kısmı bana Romeo ve Juliet2in sevdiğim alıntılardan birini hatırlattı '' En tatlı bal bile tadıldıkça bıkkınlık verir,

aynı tat isteği, iştahı köreltir. Onun için ölçülü sev ki uzun sürsün sevgin.'' Mimi ve Oscar'ın ilişkisini özetleyen şey buydu. Birbirlerini ölçülü sevmediler. Duygularını öylesine yoğun yaşadılar ki artık zirveye ulaştılar ve o zirveye bir kere çıktığında uzun süre kalmaya dayanamazsın. Yere çakılmak için gün saymaya başlarsın. Oscar ve Mimi de böyle bir kırılma noktasına geliyorlar işte. Aşklarının zirvesindeyken aniden ''insan'' olduklarını ve duyguların bir gün bitebileceğini, bıkkınlık vereceğini anlıyorlar. 

İkili ilişkileri bu kadar iyi özetleyen ve bir tane bile hata yapmayan, insan psikolojisine tam anlamıyla hakim olan yazarlara ve yönetmenlere bayılıyorum ve bu filmde de tam olarak bunları gördüm. 



possession

 POSSESSİON

Merhaba sevgili okurlarım, yeni bir haftaya yeni bir film yorumuyla tekrardan karşınızdayım. Geçen hafta işlemiş olduğumuz renkli, cıvıl cıvıl filmden sonra bu hafta da tam tersi olarak kasvet, korku, gerilim içeren filmi konu alacağız. Kahvenizi ve atıştırmalığınızı şimdiden hazırlayın derim. Bu haftaki konu filmimiz başlıkta da geçtiği gibi Possession ( saplantı) filmi ile birlikteyiz. Andrezj Zulawski'nin yönettiği bu film, adeta bir ödeve başlamak gibiydi. Yani yorucu. En son ne zaman bu kadar yorucu bir film izlediğimi hatırlamıyorum.

Saplantıyı anlamak için öncelikle yönetmenin karısından boşandığını ve Sovyet Rusya'dan kaçtığını bilmek iyi olur çünkü bir insanın böyle bir film çekebilmesi için sahiden Sovyet Rusya tarafından delirtilmesi bir de eşinden boşanması gerekir...

Film, sizi evlilikten soğutmak için ve bolca tetikleyici sahne barındırarak güzelce çekilmiş.
Hikaye, başrol kadının başrol adamı aldattığını itiraf etmesiyle başlıyor. Bu evliliğin bir çaba göstermeye değip değmediği konusunda ne kadar kararsız olduğundan bahsediyor. Başrol adam da tabi aldatılmanın acısını etrafından çıkarmaya başlıyor, bir yandan da karısı kendisini yeniden sevmesi için ikna etmeye çalışıyor. Yani her şeyi deniyor.
başrol adam da ilerleyen sahnelerde karısına tıpa tıp benzeyen kadınla beraber oluyor aynı durum başrol kadında da gerçekleşiyor. yani kısaca evliliğin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu bize kanıtlamak için elinden geleni yapmış.
Bu karı koca neden  eşlerine tıpa tıp benzeyen kişilerle beraber olduğunun cevabını finalde veriyor ama üstü kapalı bir şekilde veriyor. 







Herkes farklı bir sonuç çıkarttı ama ben kendi çıkarttığım sonucu söylemek isterim.
İşi ciddiye almak gerekirse ben bu filmde birbirlerinin ' daha iyi' versiyonlarıyla birlikte olmak isteyen iki insan gördüm.
Daha da açık konuşmak gerekirse, kafamızdaki kişiye aşık olduğumuzu gördüm. Kafamızdan yarattığımız o kişiye aşık oluyoruz ve bir süre sonra ona öyle büyük bir saplantıyla bağlanıyoruz ki gerçeklikten iğrenmeye başlıyoruz. Bunu en iyi gördüğüm sahne Anna'nın kocasına ''Artık senden iğreniyorum'' dediği sahneydi. Aldatan kendisiydi, niye iğrendi? Çünkü kafasındaki kişiyi arzulamıştı ve saplantı sona erdiğinde aşkta sona erdi. Birbirlerine itiraf etmek istemiyorlar fakat ikisinin de evlilikten beklentileri hep üst düzeye çıkıyor. Bir süre sonra bu beklentiler karşılanmayacak boyuta geliyor. İki çeşit saplantı örneği görüyorum bu filmde;

Birincisi, önce birine evlenecek kadar büyük bir bağlılık duyup sonrasında aniden soğuması. Aşk sandığı o duygudan, insandan kontrolsüzce uzaklaşması ve bu hastalıklı hislerinin kaynağından ( karşısındaki insandan) iğrenmeye başlaması.  Aniden başlar ve aniden biter, geriye sevgiye dair hiçbir şey kalmaz zaten bu gerçekten bir sevgi midir yoksa en başından beri hastalıklı bir bağlanma örneği miydi?

İkincisi ise, çok ısrarcı ve gurursuz bir şekilde kendisini aldatan kadını yanında istemesi. Yine sevdiğinden yaptığı bir şey değil bu. Ona karşı duyduğu hastalıklı bağımlılığını gösteriyor bize. 

Andrezj Zulawski gerçekten bir sanat filmi mi yaptı yoksa saçmalıktan ibaret bir film mi çekti de 'sanat' mı dedik hiç bir fikrim yok.
Benim gördüğüm şeyle sizin gördüğünüz şey tamamen farklı olabilir. Çünkü bu filmin bir tane yorumu olabileceğini zannetmiyorum. yönetmen de bunu amaçlamıştır muhtemelen. Her şey metaforlar üzerine kurulmuş gibi görünüyor.
Çünkü bir bakıyorum kendilerini ekmek bıçağıyla kesiyorlar bir bakıyorum  canavar benzeri yaratıklarla cinsel bir müzakere ben korkunç bir film faciası mı yoksa sanatsal bir film mi izliyorum anlayamadım.

Bu hafta ki film yorumumu beğendiniz mi? umarım aklınızda ki sorulara cevap olabilmişimdir. Bir sonraki hafta yep yeni bir film yorumuyla tekrar görüşmek üzere bloğuma ve bana çokça sevgi besleyin. 

 

18 Mart 2024 Pazartesi

Midsommar

MİDSOMMAR

Merhaba sevgili okurlarım bugün konu aldığımız film “Midsommar”.  Filmi bana bölüm hocalarımın tavsiyeleriyle izleme şansı buldum ve sizlere de bu filmi kendi düşüncelerim ve kendi tarzımla yorumlayacağım. 

Ari Aster’ ın yazıp yönettiği ritüel filminin konusu şöyle: 5 tane üniversiteli genç, tatil için hazırlanıyorlar. Gençlerden ikisi sevgili ve araları çok kötü. Gruptaki arkadaşlarının İsveç’teki köyüne belli zamanlarda yaptıkları bir törene davet eder ve böylece tüm olaylar İsveç’teki törene gidilmesi ile birlikte başlar.


                                 


filmde köy ve insanları resmen cennetten bir parça gibi gösterildi ki gerçekten öyle gibiydi. Çiçekler, danslar, şarkı söyleyen beyaz güzel kıyafetli kızlar… bunları ilk gördüğüm anda kötü ya da dehşet verici olayların yaşanacağı aklıma hiç gelmemişti. 

Ta ki ritüelin yapılacağı ana gelene dek. Törende bu köyün iki en yaşlı üyesi önde eşlik eder tören bu iki yaşlı insan üzerine gerçekleşiyor. Ritüel boyunca tüm duyguları hissettim dehşeti, tiksinmeyin, hayreti… filmde kendi dini ve kültürel inancıma benzettiğim bazı unsurlarda vardı bunlara karşı yabancı hissetmeyip bildiğim bilgiler olması beni bir yandan filmin bir parçası gibi hissettirdi. 

Filmin sonunu 5 gencinde buradan kaçıp yaptıkları araştırmaları dünyaya duyurarak bu köyün kültürünü duyururlar diye kafamda kendi finalimi vermiştim ama filmden ters köşe yemek beni bir nebze mutlu etti her zaman tahmin ettiğimiz son olması bizi bir yerden sonra sıkmaz mı zaten? 

Velhasıl kelam film görsel, işitsel ve kurgu bakımından zengin bir film izlemenizi öneriyorum ben sonuna kadar 5 saniye ilerletmeden izledim sizlerinde beğeneceğinize inanıyorum. 

Bir sonraki haftaya teni bir film ile karşınızda olacağım bloğuma ve bana çokça sevgi besleyin haftaya görüşmek üzere. 

7 Mart 2024 Perşembe

The zone of interest

 The Zone of Interest

Bu gün ele alacağımız filmimiz başlıktan da anladığınız üzere the zone of interest. Öncelikle filmin her yerde yazan konusunu okuyalım; Auschwitz kampının yanında aileleri için ideal bir yaşam kurmaya çalışan kampın komutanı eşinin hikayesini konu ediyor. Auschwitz' in komutanı ve eşi, aileleri için en ideal hayatı inşa etmek ister. Bu amaçla kampın bitişiğindeki bir evi, kendileri için mükemmel bir hale getirirler. Orada çocukları ve hizmetkarlarıyla rüya gibi bir hayat yaşarlar. Ancak onların ölüm kampının duvarlarına bakan evleri, tren rayları ile gaz odalarının arasındadır. 




Filmi izledikten sonrasındaki düşüncelerimi sizinle paylaşmak isterim; 2024 senesinde Yahudi soykırımına dair bir film yapmanın pek etkileyici olduğunu düşünmüyorum. Çünkü çok fazla Yahudi soykırımı temalı film yapıldı ve içlerinden bazıları sinema tarihi için efsane oldu. Örneğin, çizgi pijamalı çocuk ve hayat güzeldir filmleri. Böyle büyük efsaneler varken 2024 senesinde Yahudi soykırımını tekrar işlemek ve insanları etkilemek bence çok zor. Zaten etkilenmedim de... yine de objektif bir inceleme olması için öncelikle filmin tüm yönlerini inceleyeceğim. 

Filmi diğer soykırım filmlerinden ayıran şey, katliama dair neredeyse hiç görüntü kullanılmamasıydı.
Filmin ilk dakikası siyah bir ekran ve ürkütücü seslerle geçiyor. İlgi çekişi akışı gibi hoşlandığım bazı tek tük yerleri var. Filmin tek vurucu kısmı Alman evine ilk gelindiğinde evi mükemmel bulan, evin hanımına yani kızına iltifatlar yağdıran büyükanne karakterinin filmin ortasında dışarıdan gelen çığlık seslerine ve yanık et kokusuna dayanamayıp bir mektupla evi terk etmesiydi. 
Film için ayrıca mesela ne gerek var dindar insanların korkusunu bu kadar sömürmeye? Bence gerek yok ama sömürmek çok kolay bir şey bu yüzden bol bol cin filmi çıkıyor. 

Evet kurgu çok ilgi çekici. Hikaye donuk, empati kurmamıza izin vermiyor, karakterler gelişmiyorlar, sorgulamıyorlar, bizi heyecanlandıracak herhangi bir olay olmuyor.

Filmin kötülüğünün sıradanlaşmasıyla alakalı, bu sebepten ötürü daha çok empati kurmamıza izin vermelilerdi ama hikayenin işleyişi çok yüzeyde kalıyor. Daha delice, daha uçlarda bir şeyler görmeliydik. Hikaye akışı, konu kadar ilgi çekici olmadığı için asla filmin içine giremedim. Kısa film olsaydı inanılmaz etkileyici olurdu.

Evet sevgili okurlarım bu günkü film analizimiz bu şekildeydi bir diğer haftaya başka bir film/dizi analiziyle tekrar karşınızda olacağım görüşmek üzere.  

Parasite

  Parasite Yeni bir haftaya yeni bir film yorumuyla tekrardan karşınızdayım. Yorumunu yapacağımız film başlıkta da belirttiğim gibi 'Par...