29 Nisan 2024 Pazartesi

Black Mirror: Nosedive

 Black Mirror: Nosedive

bu haftaki konuğumuz en sevdiğim dizi serilerinden biri olan Black Mirror: Nosedive bölümüyle karşınızdayım. Black Mirror' u size kısaca tanıtacak olursam, İnsanlığın en kötü özelliklerini, en büyük buluşlarını ve çok daha fazlasını gözler önüne seren, Günümüz teknolojisiin ne derece evrimleşip korkunç bir hal alacağını izleyiciye sunan bir başyapıt. Bütün bölümlerin ortak özelliği ise gelecekteki teknolojik cihazların boyut atladığı bir dönemde geçmesidir. 

Öncelikle bölümümüzdeki dünyadan birazcık bahsedeyim. Her kişinin bir hesabı ve bu hesapların puanları vardır. Birileriyle her görüşmenizde ve sohbetinizde onları puanlayabilirsiniz. Anonim veya kendinizi göstererek. Yüksek puanlı insanlar düşük puanlı insanlar. Tıpkı gerçek hayatımızda olduğu gibi elit ve zenginler, varoş ve fakirler… Çoğu insanın amacı yüksek puanlı insan kategorisine girmek. Black Mirror: Nosedive bölümünü izlediğimde aslında günümüz koşullarına bakıldığında aynı durumda olduğumuzu söyleyebilirim. Nosedive bölümü kısaca tanımadığımız insanlar tarafından takdir edilme ve onaylanma kaygısı, bugün sosyal medya sayesinde gerçeküstü bir seviyeye ulaşmış ve daha genç jenerasyonların hayatını ele geçiren bir saplantıya dönüşmüş vaziyette olduğunu işlendiği bir bölüm.

Black Mirror: Nosedive aslında gelecek zamanlarda insanların artık para dilenen boyuttan sosyal statü için puan dileneceği zamana evrimleşeceğini gösteriyor. o zamanlar şimdiden yakın çünkü bu sistem Çin' de şu anda sosyal skor ya da sosyal puanlama sistemi adında bir uygulama yürürlükte. ülkemize gelmesi biraz zor olsa da dünyaya gelmesi her an meselesi. Nosedive bize çok doğru bir noktaya ayak basmamızı sağlıyor. Sosyal statü için gerçek benliğimizden uzaklaştığımız, kimsenin kendisi olmadığı, duyguları bulunmayan robottan farksız bir insan sisteminin geleceğini bize hatırlatıyor. Günümüzün beğenilme ve popülerleşme kaygısının gelecekteki alacağı hali suratımıza fırlatıyor.



Bana kalırsa bu bölüm geleceğe değil, net bir biçimde günümüze bir uyarı. Hali hazırda bu bölüme benzer bir yaşantımız yok mu sizce de? Özellikle yeni arkadaş çevremizi Instagram’daki, Facebook’taki, Twitter’daki paylaşımlarımız etkilemiyor mu? Ya da o meşhur dediğimiz fenomenler (4.5 üzeri yıldızlılar), yani günümüzün ünlülerinin takip listesinde ya da arkadaş çevresinde olmak için sizin de fenomen olmanız gerekmiyor mu? Bir mekana gittiklerinde ücretsiz yeme içme gibi durumlar “O fenomen mekana geldi” gibi durumlardan olmuyor mu? 

Yazımı birkaç yorum ve soru ile bitirmek istiyorum. İnsanlar tarafından onaylanmak ve elit olmak gerçekten de bu denli önemli bir şey midir? İnsan sosyal bir varlık fakat sadece kendimiz dışında birileri istediği veya hoş bulduğu için bir şeyler yapmak, hayatımızdaki önemli kararları buna göre vermek; insanın benliğini kaybetmesine sebep olmaz mı? Bence kendini dinlemeyip önemsemeyip sadece dış etkenlere göre yaşayan insanlar elbet bir gün kendilerini kaybederler ve bu kayıplar çok yıkıcı olabilir.

House of Gucci

 House of Gucci

günlerden film serimizin yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz bu bölüm konuğumuz House of Gucci. 
film, Gucci markasının ailedeki iç savaş yüzünden nasıl batma noktasına geldiğini anlatıyor. film, para hırsı olan bir kadının (patrizia'nın) Gucci Ailesi'ndeki Maurizio'yu kendisine aşık etme çabasıyla başlıyor.
İkili flörtleşirken Maurizio'nun babası, Patrizia'nın kötü niyetini anlıyor ve oğlunu mirastan mahrum bırakıyor. Film bu noktadan sonra bir kadının para hırsıyla bir aileyi, bir markayı nasıl yok ettiğini anlatıyor.
  



Filmi izlemesi benim için keyifliydi ancak genel olarak filmden öyle aşırı zevk almadım.
sanat filmi gibi upuzundu. Bir türlü akmadı. Gereksiz ayrıntılara girdiklerini ve seyircinin dikkatini dağıttıklarını düşünüyorum. filmde bir heyecan yoktu. Patrizia çılgın bir karakter olmasına rağmen karakter psikolojisi çok geri plandaydı. Genel olarak hiçbir karakterin motivasyonu yoktu.
oyunculuklardan kaynaklı değil yönetmenden kaynaklı diye düşünüyorum. Kurgu gerçek bir hikayeye dayanmasına rağmen izleyiciye hiç dokunmuyor. Bu da gerçeğe dayanan bir filmi zayıf gösterdi.

Benim filme puanım 4/10 oyunculuklar dışında filmin vibe'ı da iyiydi. 
eğer ailenizde hiç Gucci Ailesi'nin hikayesini hiç araştırmadıysanız filmin sizi ters köşeye düşürme ihtimali çok yüksek. bence hiçbir şey araştırmadan direkt izleyin. öyle daha heyecanlı olur. eğer hikayeyi internetten okuduysanız bence filmi izlemenize çokta gerek yok...


22 Nisan 2024 Pazartesi

Parasite

 Parasite


Yeni bir haftaya yeni bir film yorumuyla tekrardan karşınızdayım. Yorumunu yapacağımız film başlıkta da belirttiğim gibi 'Parasite' filmi. Filmin yorumlamadan önce konusunu sizlere bahsetmek isterim. Zengin bir ailenin çocuklarına İngilizce dersi vermek için giden Ki-woo, aile bireylerini de bu eve yavaş yavaş zekice hazırlanmış planlarla bu evin içine dahil eder. Evin çalışanlarının zayıf noktaları üzerine oynayarak bir karabasan misali üstlerine çökmüşlerdir. Dişli ve yaşlı Koreli aşçı teyzemiz bu aileye teslim olmaya hiç niyeti yok gibi. Tüm hikaye bu aşçı teyzemizin  pes etmeyişi ve aklını yitirmiş kocası üzerine sonuçlanıyor desem yeridir. Filmlerde izlemeyi sevdiğim şey mesajın alttan verilip onu kendi tarzımda yorumlayıp mesajı almaktır. 

Ama parasite filmimiz mesajı size direkt olduğu gibi yansıtmaktadır. Alttan bir anlam arayışına girmenize gerek yok. Parasite bu açıdan beni çok etkiledi güçlü ve akıllıca yazılan senaryosu oyuncuların duyguyu tamamen yaşaması ve yansıtması bu filmin 4 Oscar'ı kazanmasında hiç şaşırılmasa yeridir. filmdeki günümüz alt- üst ayrımı ve bu sınıfların çatışmasını çok güzel bir şekilde işlemiştir. 



her saniyesiyle hayatın farklı alanlarında derin sorgulamalara iten muhteşem film. duymayı ve anlamayı becerebilirsek birbirimize ne kadar çok şey söylüyor olduğumuzu, “öteki” olmanın aslında ne kadar ince bir çizgi olduğunu ve aslında “öteki” “beriki” olmadığını herkesin içinde herkesten bir parça olduğunu serin serin anlatan defalarca izlenesi bir yapıt. filmin başlarında fakir ailemizin bu evde ayrı işlerde görevleri olması bir zafer finalini andırıyor gibi ama final tam bir yangında dans eder gibi bir kaos hakim doğum günü partisindeki o vahşet bana hem sanatsal bir dansı hem de vahşeti yaşatan bir aslan izlenimini yaşattı. 

yönetmen filmi; "soytarısız bir komedi, kötü adamsız bir trajedi" diyerek çok da güzel özetlemiştir. filme de şu anlatıma da hayran kaldım diyebilirim.

18 Nisan 2024 Perşembe

The Lobster

 The Lobster

Günlerden film serimize bugün kısmetse olur distopyası üzerine kurulu filmimizi konuşacağız.
Bu distopyada hayatta kalmak için belirli bir süre zarfında sevgili bulmak zorundasınız. Eğer bulamazsanız sizi hayvana dönüştürüyorlar. Yorgos sembolik anlatımı çok seviyor. Sadece filmdeki o kısa süre içinde sevgili bulma olayı bile muhtemelen insanların uymak zorunda kaldığı, istemsizce itaat ettiği '' sosyal saate'' bir eleştiri. bu sosyal saati kısaca açıklamak gerekirse, belli bir yaşa kadar kariyer ve sevgili yapamazsanız kendinizi eksik hissederek depresyona giriyorsunuz. Psikolojideki en kıza ve öz tanımı böyle.

Bilinçsizce otoriteye itaat ederken farkında olmadığımız bir şey var o da her insanın farklı bir gelişime sahip olması. Sosyal saat bu noktada yanlış ve bizi hiç hak etmediğimiz bir biçimde depresyona sokuyor. Çünkü işin aslı, uymamız gereken bir saat yok. Bu sadece bir baskıyla bize kabul ettirildi. 
25 yaşındaki bir insan okulu bitirmiş olsa da hemen evliliğe veya ciddi bir ilişkiye hazır olmayabilir. Sorumluluk alacak kadar olgun hissetmeyebilir. 25 yaşında olmasına rağmen yaşından çok daha küçük hissedebilir. Ergenliğe geç girmesi, çevresi, ailesinden gördüğü ilgi ve alaka... her şey gelişim sürecini etkilerken 25 yaşındaki birine evlen diyemeyiz. 

Distopya, yalnız insanları dışlayarak başlıyor ve yalnızlıktan keyif almanın hükümete batmasını anlatıyor. Sonra karakterimiz hiç istemediği bir ilişkiye başlıyor. Bu, ailemizin memnun etmek için bir an önce evlenmeye çalışmamıza benziyor. Yalnızlıktan keyif almak son derece ayıp sanıldığından yanlış kişilerle ilişki yaşayıp kendi kimliğini kaybetmeye başlayan bir ana karakteri izlemeye başlıyoruz. 









Distopyadaki bir başka eleştiri de hep iki seçenek olması. 
Mesela maskülen misin feminen misin sorulduğundan ikisine de ait hissetmemek diye bir seçenek çoğu zaman bizlere sunulmuyor. Tanrıya inanıyor musun diye sorulduğunda sana evet veya hayır seçeneği sunuyorlar. 

Filmde başrol adamımıza yönelimi soruluyor, gay misin hetero mu, diyorlar. biseksüel diye bir seçenek yok. Eğer biseksüel derse her iki seçeneği de seçmiş olacak. Toplumun buna tahammülü yok çünkü ikisini de seçmek kafalarını karıştırıyor. Bir süre sonra işler iyice kızışıyor. 

Yorgos'un Köpekdişi filminde de karakterler çok duygusuzdu bu filminde de aynı duygusuzluğu gördüm. hepsi kağıttan replik okuyor gibi hissettiriyorlar. Çaresizlik, mutluluk, şaşkınlık, üzüntü... 
Distopya olsa dahi hissedilmesi gereken en kolay en basit duyguları bize geçiremiyor. Yorgos'un ana karakterlerinin içleri bomboş. 
Yorgos2un işlediği konu, çoğunlukla aileye ve devletlere isyan.

Mesela bir ana karakterin isyan ederken meşaleyi kaldırmasını hayal edin. Meşaledeki ateş alev alev yanıyor ama seyircinin görmesi gereken şey, meşaleyi tutan kişinin yanan fikirleridir. Aslında karakterin meşaleyi tutma şeklinden değil, tutma sebebinden etkilenir seyirci.

Yorgos, karakterlerinin meşaleyi tutma sebebini ve yaşadıkları zorlukları değil de sadece o meşaledeki ateşin güzelliğini beyazperdeye yansıtıyor. Bunu sevmiyorum şahsen. Çok sığ karakterlere sahip. 

15 Nisan 2024 Pazartesi

Requiem For A Dream



 Requiem For A Dream

Merhaba sevgili okurum. Umarım iyi bir hafta geçiriyorsundur çünkü ben seninle buluşacağımız güne kadar sabırsızlıkla beklemekteydim. Günlerden film serimizde bu hafta “Requiem For A Dream” filmi ile birlikteyiz. 
Bir rüya için ağıt filmi aslında yeraltı edebiyatının kült eserlerinden Hubert Selby’in ‘Aynı’ isimli kitabından uyarlamadır.

Filmin konusundan bahsetmek gerekirse, Sara isimli isimli dul bir kadın ile onun Harry isimli çocuğunun yükselişi ile çöküşünün hikayesini anlatıyor. Sara, televizyon bağımlısı. Aynı zamanda yaşlandığını kabullenememiş bir kadın, bu yüzden sürekli gençliğini, fit halini ve insanların arzuladığı o genç kadın olmayı özlüyor. Tabii kocasını da çokça özlüyor bu yüzden ara sıra depresyonunun ne derece ciddi olduğunu da belli ediyor.
Harry ise “ büyük işler başaracağım” diyerek hap içip satıyor.  Sevgilisi Marion ve yakın arkadaşı Tyrone da onun bu salak saçma işini destekliyor. 
Tipik Amerikan ailesi işte.

Birbirinden farklı hayatlar var, Harry hap satıyor ve kullanıyor, bu sayede zengin olma yolunda güzel bir adım atıyor. Annesi ise kilo vermek için hap kullanıyor. Sahiden bolca kilo veriyor ve neredeyse gençliğindeki o mükemmel vücuda ulaşmak üzere…

Aniden bu haplar birer bağımlılığa dönüşüyor ve bağımlılık yüzünden sıradan hayatları iyileşmek yerine daha da berbat bi yola girdiğini izlemeye başlıyoruz. Benim hoşuma giden kısım, çok zararsız görünen bir şeyin  insanların bütün hayatlarını elinden almasıydı.




                    





Hırsla daha çok para kazanmanın ve daha güzel olmanın peşinden koşan karakterler, ilerledikleri o yolda arkalarına o kadar yüksek teller örüyorlar ki tekrardan geriye dönmeleri imkansız oluyor. Kendi ördükleri telleri bile geçemeyecek duruma geliyorlar. Karakterlerin geçmişteki yaşamlarını özlemeye, üzülmeye, ağlamaya vakitleri bile kalmıyor çünkü her biri hapların getirdiği o kısacık mutluluklara öylesine bağımlı olmuşlar ki hala devamını istiyorlar. 

Bir taraftan da karakterlerin iletişimsizliği dikkatimi çekti. Herkes çok iyiymiş gibi rol yapıyor ve kimse kimseden yardım istemiyor.
Tabii filmde sadece tek bir karakter yardım istiyor ancak o da her şeyin mahvolduğunu zaman yardım istiyor.

Herkesin yavaş yavaş delirdiği senaryoları seviyorum. Bir Rüya İçin Ağıt gibi finalde karanlığa gömülen, “Böyle insanlar için ışık yoktur.” Mesajı veren filmleri seviyorum. Bana gerçekçi geliyor. Bir Rüya İçin Ağıt da izlediğim en gerçekçi, en içten, en korkunç filmlerden biriydi. 
Korkutucu tarafını da gerçekliğinden almıştı. 

Hayatta yükselişin olduğu gibi düşüşün de olduğunu gösteren, hapların etkisini somut kanıtlarla anlatan sağlam bir filmdi. Çünkü kullandığımız her hap bize önce kraliçe ardından köle gibi hissettirecektir. 

Keşke uyu*turucu kullanımının ya da çeşitli bağımlılıkların çok fazla olduğu ülkelerde zorunlu yayınlansa. Hubert Selby kamu spotu gibi bir senaryo yazmış, Darren Aronofsky de bunu başarılı bir şekilde sinemaya uyarlamış.

İyi bir senaryo rahatsız edici olur. Lafı bu film ile uyuşuyor. Bunun bi tık üstü American Psycho filmidir herhalde. 

Size bir film önersem ilk beşte yer alacak filmlerden biridir izlemeyen bin pişman derim ve  kendinize iyi bakın haftaya görüşmek üzere.



 

1 Nisan 2024 Pazartesi

Bitter Moon

 Bitter Moon

Baharın gelişiyle birlikte bende bu haftanıza renk ve güzellik katmak için tekrardan karşınıza geldim. Umarım keyiflerimiz yerinde ve güzel bir bahar geçiririz diyerekten konumuza dönmek isterim. Bu gün görüşlerimi ve yorumlarımı belirteceğim film Bitter Moon ( Acı Ay). Polanski'nin yönettiği 1992 yapımlı gerilim filmi Bitter Moon ile birlikteyiz. Bitter Moon filmi aslında yeraltı edebiyatının bir dönem çok okunmuş olan Hınç Ayları kitabının uyarlamasıdır. kitabını okuyarak sonradan filmi izlemenizi tavsiye ederim.

Bitter Moon'da esintilerini gördüğümüz iki yeraltı edebiyatı yazarı var, biri Marquis de Sade. Sadeizm'e adını veren Fransız yazar Sade, birine acı vermenin ne demek olduğunu, nasıl bir zevk verdiğini romanlarında anlatıyor. 

Senaryoya ilham veren bir diğer yazar ise Leopold Von Sacher-Masoch, Sade'ın tersine mazoşizme adını veren Avusturyalı bir yazardır. Kürklü Venüs romanında bir kadının ona şikence etmesinden ne kadar haz duyduğunu anlatmıştır.  Bu da Oscar'ın başlarda Mimi'ye duyduğu kaz ile aynı.  

Yeraltı edebiyatı ayrıntısını verdim çünkü film bize yeraltı edebiyatında görmeye alıştığımız çok fazla sahne sunuyor. Yine de o kısma gelmeden önce filmin konusundan bahsedelim. 

Fiona ve Nigel evli bir çifttir ve İstanbul'a gitmek üzere bir gemiyle yola çıkmışlardır. Gemide Nigel Fransız bir kadınla karşılaşır ve kadından çok etkilenir. Nigel, yasak bir aşkın başlamaması için kendi duygularını bastırmaya çalışırken bu Fransız kadının sakat kocası Oscar ile tanışır. Oscar Nigel'e sakat olmasında en büyük rol oynayan eşiyle tüm yaşadıklarını anlatmaya başlar. 






Mimi (Fransız kadın) bir gün otobüste biletini unutuyor ve Oscar da bu genç güzel kadın için biletini feda ediyor. Oscar o günden itibaren Mimi' yi ilk kez gördüğü o otobüsün geçtiği yolları takip ediyor. Sürekli otobüsün içine bakıp Mimi' arıyor. Bir gün Mimi'ye bir restoranda rastlıyor. Bu ikili, kısa zaman içinde birbirlerine tutkuyla bağlanıyorlar. İlişkileri bir zaman sonra mazoşist bir hale bürünüyor Oscar Mimi'yi bir Tanrı gibi gördüğü için onun tarafından aşağılanmayı ve acı çekmeyi sever hale geliyor. 

Fakat hem Oscar'ın hem de Mimi'nin unuttuğu, psikologların senelerdir çözüm aradığı bir şey var. O da duyguların aniden değişebileceği gerçeği. Duygular asla aynı kalmaz. 

Oscar, bir süre sonra fark ediyor ki artık Mimi'yle birlikte olmak istemiyor. Filmin bu kısmı bana Romeo ve Juliet2in sevdiğim alıntılardan birini hatırlattı '' En tatlı bal bile tadıldıkça bıkkınlık verir,

aynı tat isteği, iştahı köreltir. Onun için ölçülü sev ki uzun sürsün sevgin.'' Mimi ve Oscar'ın ilişkisini özetleyen şey buydu. Birbirlerini ölçülü sevmediler. Duygularını öylesine yoğun yaşadılar ki artık zirveye ulaştılar ve o zirveye bir kere çıktığında uzun süre kalmaya dayanamazsın. Yere çakılmak için gün saymaya başlarsın. Oscar ve Mimi de böyle bir kırılma noktasına geliyorlar işte. Aşklarının zirvesindeyken aniden ''insan'' olduklarını ve duyguların bir gün bitebileceğini, bıkkınlık vereceğini anlıyorlar. 

İkili ilişkileri bu kadar iyi özetleyen ve bir tane bile hata yapmayan, insan psikolojisine tam anlamıyla hakim olan yazarlara ve yönetmenlere bayılıyorum ve bu filmde de tam olarak bunları gördüm. 



possession

 POSSESSİON

Merhaba sevgili okurlarım, yeni bir haftaya yeni bir film yorumuyla tekrardan karşınızdayım. Geçen hafta işlemiş olduğumuz renkli, cıvıl cıvıl filmden sonra bu hafta da tam tersi olarak kasvet, korku, gerilim içeren filmi konu alacağız. Kahvenizi ve atıştırmalığınızı şimdiden hazırlayın derim. Bu haftaki konu filmimiz başlıkta da geçtiği gibi Possession ( saplantı) filmi ile birlikteyiz. Andrezj Zulawski'nin yönettiği bu film, adeta bir ödeve başlamak gibiydi. Yani yorucu. En son ne zaman bu kadar yorucu bir film izlediğimi hatırlamıyorum.

Saplantıyı anlamak için öncelikle yönetmenin karısından boşandığını ve Sovyet Rusya'dan kaçtığını bilmek iyi olur çünkü bir insanın böyle bir film çekebilmesi için sahiden Sovyet Rusya tarafından delirtilmesi bir de eşinden boşanması gerekir...

Film, sizi evlilikten soğutmak için ve bolca tetikleyici sahne barındırarak güzelce çekilmiş.
Hikaye, başrol kadının başrol adamı aldattığını itiraf etmesiyle başlıyor. Bu evliliğin bir çaba göstermeye değip değmediği konusunda ne kadar kararsız olduğundan bahsediyor. Başrol adam da tabi aldatılmanın acısını etrafından çıkarmaya başlıyor, bir yandan da karısı kendisini yeniden sevmesi için ikna etmeye çalışıyor. Yani her şeyi deniyor.
başrol adam da ilerleyen sahnelerde karısına tıpa tıp benzeyen kadınla beraber oluyor aynı durum başrol kadında da gerçekleşiyor. yani kısaca evliliğin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu bize kanıtlamak için elinden geleni yapmış.
Bu karı koca neden  eşlerine tıpa tıp benzeyen kişilerle beraber olduğunun cevabını finalde veriyor ama üstü kapalı bir şekilde veriyor. 







Herkes farklı bir sonuç çıkarttı ama ben kendi çıkarttığım sonucu söylemek isterim.
İşi ciddiye almak gerekirse ben bu filmde birbirlerinin ' daha iyi' versiyonlarıyla birlikte olmak isteyen iki insan gördüm.
Daha da açık konuşmak gerekirse, kafamızdaki kişiye aşık olduğumuzu gördüm. Kafamızdan yarattığımız o kişiye aşık oluyoruz ve bir süre sonra ona öyle büyük bir saplantıyla bağlanıyoruz ki gerçeklikten iğrenmeye başlıyoruz. Bunu en iyi gördüğüm sahne Anna'nın kocasına ''Artık senden iğreniyorum'' dediği sahneydi. Aldatan kendisiydi, niye iğrendi? Çünkü kafasındaki kişiyi arzulamıştı ve saplantı sona erdiğinde aşkta sona erdi. Birbirlerine itiraf etmek istemiyorlar fakat ikisinin de evlilikten beklentileri hep üst düzeye çıkıyor. Bir süre sonra bu beklentiler karşılanmayacak boyuta geliyor. İki çeşit saplantı örneği görüyorum bu filmde;

Birincisi, önce birine evlenecek kadar büyük bir bağlılık duyup sonrasında aniden soğuması. Aşk sandığı o duygudan, insandan kontrolsüzce uzaklaşması ve bu hastalıklı hislerinin kaynağından ( karşısındaki insandan) iğrenmeye başlaması.  Aniden başlar ve aniden biter, geriye sevgiye dair hiçbir şey kalmaz zaten bu gerçekten bir sevgi midir yoksa en başından beri hastalıklı bir bağlanma örneği miydi?

İkincisi ise, çok ısrarcı ve gurursuz bir şekilde kendisini aldatan kadını yanında istemesi. Yine sevdiğinden yaptığı bir şey değil bu. Ona karşı duyduğu hastalıklı bağımlılığını gösteriyor bize. 

Andrezj Zulawski gerçekten bir sanat filmi mi yaptı yoksa saçmalıktan ibaret bir film mi çekti de 'sanat' mı dedik hiç bir fikrim yok.
Benim gördüğüm şeyle sizin gördüğünüz şey tamamen farklı olabilir. Çünkü bu filmin bir tane yorumu olabileceğini zannetmiyorum. yönetmen de bunu amaçlamıştır muhtemelen. Her şey metaforlar üzerine kurulmuş gibi görünüyor.
Çünkü bir bakıyorum kendilerini ekmek bıçağıyla kesiyorlar bir bakıyorum  canavar benzeri yaratıklarla cinsel bir müzakere ben korkunç bir film faciası mı yoksa sanatsal bir film mi izliyorum anlayamadım.

Bu hafta ki film yorumumu beğendiniz mi? umarım aklınızda ki sorulara cevap olabilmişimdir. Bir sonraki hafta yep yeni bir film yorumuyla tekrar görüşmek üzere bloğuma ve bana çokça sevgi besleyin. 

 

Re/member

 Re/member Merhaba sevgili okurlarım bu serimizin son yazısıyla birlikte karşınızdayım. Bir veda olarak düşünebilirsiniz. Serimizin son konu...